Kendi kendini gerçekleyen kehanet olarak düşünüldüğünde belki de hak verilmesi gereken bir tarafı vardı. Korkulan şeylerin yaratılması hususunda kişisel tutumların rolü önemliydi.
Örneğin; yalandan korkan bir kişinin sürekli olarak karşısındaki kişiye doğru söylemesi yönünde baskı yapıyor olmasının, karşı tarafa aktarılan ufak bir aksaklığın bile sorun oluşturabileceği hissinin, amaç yalan söylememek olmasa da sorun çıkmaması için bazı gerçekleri çarpıtmaya neden olabilmesi gibi….
“Yalan söylerler diye korkma, kendine çekersin.” önermesi için güzel bir örnek olabilirdi mesela.
Fakat asıl soru acaba hepsi bu kadarla sınırlı mı? Acaba başka yaklaşımlar bu durumu nasıl yorumlar? Daha da ötesinde kişinin istemediği durumu kendine çekmesi sorunsalı sadece o anda olan tutumuyla mı ilgili, yoksa daha öncesinde o tutumun oluşmasına neden olan travmatik deneyimlerin bir sonucu olmasının kabulü konunun daha sağlam çözümüne olanak sağlayabilir mi?
Pozitif psikolojinin babası Martin Seligman’ın “Öğrenilmiş İyimserlik” kitabıyla örneklenebilecek ve sonrasında yapılan yüzlerce araştırmayla desteklenebileceği üzere, pozitif deneyimlerin akışkan bir etkisi olduğu fakat negatif deneyimlerin daha yapışkan bir etkisinin olması, iyimserliğin ve iyi düşünmenin bile egzersizlerle daha da iyileştirilebileceği ve böylelikle sağlığımıza, dünyaya bakış açımıza ve hatta dayanıklılığımıza daha iyi geleceğine dair önemli bulgular sunuyordu.
Duygu Odaklı Terapi ise negatif duyguların adlandırılıp paylaşılması, negatif duyguların deneyimlerin düzenlenmesi ve dönüştürülmesinin önemli bir parçası olduğunu ve konuşulamayan, adlandırılamayan ya da bir şekilde içine girilmeye izin verilmeyen duyguların kendimizle ve çevremizle olan yakın ilişkilerimize negatif etkisi olduğunu gösteriyor ve bu duyguların paylaşımının önemini vurguluyordu.
Pozitif psikoloji ve Duygu Odaklı Terapi bu alanlarda çalışırken, Psikanalitik yaklaşım içine girilmeyen, konuşulmayan ve/veya “gömülen”, negatif duygu ve deneyimlerin travmatik etikilerinin farklı şekillerde kendini gösterdiğinden ve hatta travmaların tekrar tekrar yaratılarak hayatımızda çözümlenmeye çalışılmasından bahsediyordu.
Hep aynı şeyleri yaşıyorum. “Hep benzer olayla karşılaşıyorum” un neden ve nereden geldiğini en basit haliyle böyle açıklıyordu.
Tüm bu bilgilerin toplamı ise, bütün olmayı; pozitif ve negatifin toplamının önemini vurguluyordu. Sonuçta negatif duygular görülmediğinde başa bela oluyordu.
Temelde insan hem iyi, hem kötüydü. İçimizde çarpık, eksik, yetersiz ve değersiz yanlar ve muhteşem, ayrıksı, ışıl ışıl alanlar vardı, kimi zaman beklediğimiz istediğimiz idealize ettiğimiz kimi zamanda hiç fark etmediğimiz görmediğimiz önem vermediğimiz formlarda.
Sağlık ise tüm bu kısımları bir arada kabul edebilmekti, kişinin kendi potansiyeline ulaşmasının yolu kendini olduğu gibi kabul edebilmesi, olduğu kişiyi görmeye, kendi karanlığıyla yüzleşebilmeye cesaret edebilmesi ve bu sayede otomatikleşen döngülerini kırarak kendi hayatı üzerinde istediği doğrultuda değişim ve dönüşümü yaratabilmesiydi. İnsanlar ne saf iyi olabilirdi ne de saf kötü.
Aynen sadece iyiyi ya da sadece kötüye odaklanamayacağı zaten odaklanmaması gerektiği gibi…
Ama güncel dünyada iyiliğe, iyi düşünmeye, ideal davranmaya verilen önem, iyi şeyleri kendine çekme bilgisi çarpık kullanıldığında, kusurların kapatılması somut olarak da sosyal medya, fiziksel görünüş ya da kendini ortaya koyma olarak desteklendi ki, iyi olma arayışı bize biz olmayı, bütün olarak olduğumuz gibi var olabilmeyi unutturdu. Çünkü bütün; iyi ve kötüydü, pozitif ve negatifti, iyilik ve kötülüktü, eksiklik ve fazlalıktı.
Güçlü olan; dayanıklı olan, sahip olduğu potansiyeli en işlevsel şekilde gerçekleyebilen kişiydi ama sadece “iyi” olmak bunu yaratabilmek için yeterli miydi?
İlişkilerde politik olmak hayatımızın önemli bir parçası haline geldi. İş hayatı, sosyal yaşamın gereklilikleri ve kalabalık çevreler kırılganlıkları, hataları eksikleri paylaşmak için tehlikeli alanlardı. Sanal ortamdaki sosyalleşme de bunun bir parçası haline geldiğinde; sanki yarım kaldık, eksik hissettikçe iyi şeyler paylaşarak devam ettik, güzelliğe güzelleşmeye daha çok para harcadık, her şeyin ve hatta belki hızlı tüketim toplumunun bir parçası olarak da ilişkilerin kadınların ya da erkekleri ya da işlerin, evlerin arabaların, telefonların, restoranların hep daha “iyi”sine yöneldik. Olduramadıklarımızı filtreledik, değiştirdik ve öyle ortaya koyduk ….
Kusurlar ayıptı, yanlıştı, saklanmalı gizlenmeliydi. Öyle ki doğal olanı gizlemek sanki çağımızın bir parçası haline geldi. Yaşlanmayı, beyazları, iç dünyasını, duyguları, kırılganlıkları, sadeliği, huzurun manevi kısmını unuttuk…
Öyle ki kimsenin görmediği manevi alanlarla alakalı problemlerimizi kabul edememeye yada görememeye, görsek bile kısa süreli çalışmalarla, dönüştürmeye çalıştık.
Yüzlerce bilinç altı çalışması, binlerce eğitim ve iç dünyanın çalışma şekline aykırı yöntemlerle hızlı çözümlere yöneldik. Antidepresan haplar dünyanın en çok satan hapları haline gelse de terapiye olayların kökenine duyguları durumları kendi kendimize düzenleme becerisi kazandıracak kaslarımızı çalıştırmaya yönelik hem çok uğraştık(!) hem de hiç uğraşmak istemedik.
Vakit yoktu, herkes hayatın koşuşturması içinde hızlı çözümler arıyordu.
“Mükemmel olacak olma vaadi” yeterliydi. Dolayısıyla kendini gerçekleyen kehanet bakış açısı görünürde iş görüyordu. Hatanın kökeni yok, bu bir tür davranış aldanması aslında istersek mükemmeliz yada iyi konuşursak sanki mümkünmüş gibi mükemmeli yaratabiliriz.
Peki idealimizi yaratamadığımızda ne oldu?
-Daha çok kapatılması gereken kusur.
Halbuki bilim bize başka bir şey söylüyordu. Hayatımızı değiştirmek için farkındalık önemliydi ama deneyimleyerek, sindirerek, anlayarak, yavaş ve emin adımlarla ilerleyerek…
Kimi zaman çirkin gerçeklerle hemhal olarak ama dosdoğru, aynen sonsuza uzanan bir geometrik doğrunun kendisi gibi, bir bütün olarak. Gizlenmeden, saklanmadan, olduğumuz gibi var olabileceğimiz bir alanın yardımı ile… Gerek seans odası gerekse dış dünyada yaratma gücü ile…
Çünkü yaşanmayan, ortaya çıkmak için güvenli alan bulamayan duygular psikolojik yada fiziksel hastalıklar olarak karşımıza çıkıyordu.
Öyle ki iyi ve kötünün böylesine kutuplaştırılması geçeklikle aramızı bozuyor kararlarımızı etkiliyor ve belki de yaratmaktan korktuğumuz sonuçların ta kendisine dönüşüyordu. Sağlıklı bir bütün pozitif ve negatif parçaların bileşimiydi ve bir arada dengede tutulduğunda, birlikte var olabildiğinde işlevsel, sağlıklı ve güçlüydü.
Hep mutluluk değildi belki sonuç ama “devasa balon mutluluklalardan” sonra gelen devasa “ben bunca zaman bunları nasıl görememişim” pişmanlıklarından da uzaktı.
Üstelik kendimizde göremediğimiz, fark etmediğimiz yada görmek fark etmek istemediğimiz duygular hisler özellikler başka insanlar üzerinden yaşandığında ve deneyimlendiğinde, onlara yansıtıldığında dünyayı da daha negatif gözlerle görmek gerçek bir sonuçtu.
Onları öyle oldukları onların öyle yaptıklarını iddia ederken kendi içimizde kabul edilemeyen duygularımızın dışarı çıkma yolunu bu şekilde bulduklarını fark edemediğimiz, aynada gördüklerimiz olduğunu fark etmeden dışa dünya ile savaştığımız bir yol.
Ta ki otomatiğe aldığımız, düzenleyemediğimiz, işleyemediğimiz duyguların, olayların, etkileşimlerin, ilişkilerin ve travmaların farkına varıp, onları düzenleyene kadar.
Peki ya siz?
Filtreli güzellikleri mi, kusurlu ama sağlıklı, doğal ve bütün olan gerçekliği mi tercih ederdiniz?
Hızlı karar vermemenizi öneririm…
Melis A. Yiğitbaş, MSc, MA
Uzman Psikolog / Uzman Birey, Çift ve Aile Terapisti